5 Nisan 2009 Pazar

güzelleme

güzelleme


direnmek güzeldir ellerine
bir yasemin kadar açmış kederini
geçerken tenin çaresizliği bir şiiri bir aşkı
sevişmek güzeldir

ne olurdu eve dönseydi bütün babalar
oyunlara kara haberler saçılmasaydı
yenilemek gerek bugün odalarını geçmişin
başlamak güzeldir

güzeldir seninle çay bahçeleri
seninle acılar, kavuşmalar, ihanet bile belki
ne olurdu bitmeseydi, baharın yüz görümlüğü
düşlemek güzeldir

seninle güzeldir çelişik duyumsamalar
bir mutluluk bir ölüm sessizliği
bütün ömrünce beklediğinden
vazgeçmek güzeldir

2009-04-06

uzakta

uzakta

bir uzak laciverde takılır gözlerin
sabahların içinden kadife boşluklardan akan
unutulmuş bir yaranın izine gülümsemek
bunca unutuş içinde mıhlanıp kalmak
ben geçmiş zamanlardan topluyorum baharlarımı
sen düşlerimi giyiyorsun yalnızlığımın esrarını buruşturarak

okşadım kirpiklerini, bitti gün



olasılıkların erdemli başlangıcı bir yüreğin bir yüreğe atışı
sular bile yorgun sevgilim kanamaktan
onca zaman döne döne hiçleşti sensizliğim
yılların aktığı kuyulardan yüzün gülümsedi
gözlerin uzak iklimlere özlemimdi
ağlıyorsun tek günahkârı gibi aşkın imkansızını tutuşturarak

kapattım perdeleri, bitti gün

gelmedin


nisan 2009-04-06

kuyu

kuyu

kız:
anladım sesin yok bugün
çiçeksiz dallar geçti yolumdan
bir dertli şair kolumdan tuttu
kaybettim dedi yolumu, aslımı ararken

şair:
bir kayboluş değil ki sevda
uyanmak yarından şimdisiz
inciler biriktirmek çocukluğuna
ayrılık sinmiş kısa anlardan

kız:
çıktım bu seyirden yorgunum yine
çoktan bozdum oyunu, geri çekildim yine
yalanım yoktu öğrendim
yalnızlığı, insanoğlunu
ateşi yani suyu

şair:
sözcükler giyinmiş içimizi
gölgesiyiz yalnız hiçliğin
sinsi bir ölümle gelsen de
yine de armağansın ömrüme

al umudu kaldırımdan
kuru ekmek parçası
ıslanıp yem olur kuşlara
içine çek nisanı düşlerini anımsa

kız:
toprak rüzgâra karışınca
buldu başlangıcı
soldu gün gecede
böyle bir sevdadan doğdum gizlice

şairim dedi aşk ve acı başımla birlikte

saçak altlarında söyleşiriz yağmurla
sevda olur düşeriz kendimize

şair:
oysa deniz sanki bizi çırpınıyor
pencerede küllenen ışık
sönen mum hurda bir güvertede



kız:
çözülmüştü saçlarım koşamadım anneme
iki yüzü de ayna baktım durgun zamana
kuyuya düştü yüzüm

mayıs 2008

veda

veda *

aynalar da buz tuttu sesim de
dokunamam ki sarılıyız dikenli tellere
gün boyu terleyen bir ağaç gibi beklesem de
kal diyemem ki ille özgürlük önce
bembeyaz bir çarşaf seremedim yanılgılara
kiri sökülmedi özlemlerin, kırgınlıkların
çocukça yalanlarla girdin sıcağıma
öpüşünün damgası kururken terimde
şarkılarla, şiirlerle, yasak sevgilerle
ölümcül ihanetler biriktirsem de
gel diyemem ki ille özgürlük önce
dişil yaseminler takıp hasretlerine
inançlar süzerim boşluklarından
bu mercan yalnızlık kalır sinimde
alev alev saçıldığın kasırgalardan
bin pişman yollarım seni kıyısız sürgünlere

nilüfer altunkaya
*anafilya- nisan

körebe

körebe

denizin mavi turuncu başlangıcına dön yüzünü
sesini bıraktığın şiirlerden büyü hasretle
gülümseyen aydınlığın bana aksın
çocuklar saçılsın sokaklara
bir müjdeyle dolsun odalar evler
gelinler, kızlar sıyrılsın saçak altlarından
silinsin yoksulluğun izi babaların yakasından

sana baharın ılık yağmurları gibi saklandım

ilk adımı gibi kırlarda ölü bir gelinciğin

kaldırımların hıçkırığı, kekeme ölümü gibi köylerin

dağ başlarının, durgun göllerin yeşil umudu gibi

terk etmek gibi bu şehri başucunda bir zarf bırakıp

kurgulanmış intiharlar, yasak sevişler

baştan aşağı özgürlük kokan devrimci tutkular

seni saran uzamın kanatlanışı gibi her aşktan

sırıl sıklam saklandım sana

ayrılmayacağız
kimse duymadan ilişiverecek sesim sesine
bir masalı uyuyup bir düşü sayıklayacağız
günler geceler boyu zamanı uyuyacağız

Nilüfer ALTUNKAYA

2 Nisan 2009 Perşembe

şair ve kız

şair ve kız

şair; yorgunum imgelerin telaşından
kız; susmaktan
şair; her renksin sen gözlerin esmer
kız; üşümekten
şair; umudum yok kendimden yana
kız; kanamaktan
şair; bak bunlar senin için
yaprakları suya dalmış söğütler
göç etmeyi unutmuş leylekler
sesinin kuytusunda açmış kardelen
yeniden gençliğine saçılmış aşklar
kız; beklemekten
şair; kavuşsak diyorum bazen
kız; ölmeden

nisan 2009

çiğ damlası

çiğ damlası

yüzün dökülür sokağa yorgun
mavi boşluğundan tutar ölümün

sabah serinliğinde kendine akan
çiğ damlası gibi düşersin içime

okşarım duvarlarını son nefesimle
ağdalanır hiçliği ömrümün

tenim ayrılık sorgusudur
boşuna üşürsün öpme

25 Mart 2009 Çarşamba

gitme

gitme


iyi yürekli çilekeş sevdiğim
Filistin bakışlım acılı ülkem
açlıkla soylu iklimim siyahım

ellerim ellerim kaldı tenine sürgün
gözlerim gözlerim eyvahıdır sevdanın
grileşmiş devrim bekleyen kuytum

gitme ben kasımda ölürüm
yağmursuz sarı bir gün
okşar kapını yeryüzüm

bir zaman koyduk kristal
bir yaşam bizden sonraya
bir masal umudun kıyısına

iyi yürekli yalansız sevdiğim
soluğuna çiçeklenen bahar olaydım
yazgına tomurcuklu dallar açaydım

gitme bu cinnet çağı bu deli figan
barışçıl şiirlerini bile üşütür
yokluğum gencecik canına kıyar

bir çekimsiz düş çoğaltma senden
bir eksik çığlık sahipsiz günah
bu çocuğu tanrısız bırakıp gitme


Nilüfer ALTUNKAYA
Ocak 2009

kıyıda

kıyıda


bir koya bakan gün batımında
birbirimize intiharımızı geciktirebilirdik
rüzgârın dağıttığı küllerimizi
suya gömen şiirlerle
öpüşebilirdik

gözlerine çocukluğum bakardı
bir oyuna dolanarak soyardık karanlığı
acı yeşil gelmeler
kıpkızıl gitmeler ertesinde
çağcıl cinnetlere koşabilirdik

deniz kabuğu gibi bedenlerimizi
ölümün kara deliğine atabilirdik
okyanusun tuzlu yalnızlığına
el ele koşabilirdik
birbirimize intiharımızı geçiştirebilirdik


aralık 2008

Nilüfer ALTUNKAYA

4 Mart 2009 Çarşamba

çağrı

çağrı

seni çağırsam iskeleye yanaşan bir vapur olup
içinden çıksam izmir’in yırtılsam bakışından
yağmur yağmur koşsam her seher vakti
gelsem sesine konan martılara tutunsam
hangi gökyüzüne inanırdın hangi korkuluğa sarılırdın
hangi sevdaya hangi sabahtan arınmak için


seni çağırsam en karanlık sokağından istanbul’un
bıçaklanmış aşkı uğruna, fırlatılmış yoksulluğa
tütüne, şaraba, siyah yalanlara bulaşmış
gelsem uzak zamanlardan yarana tuz diye ağlasam
hangi şiirleri çağırırdın hangi mutlaklığı sorgulardın
hangi yalnızlığa hangi arafdan kurtulmak için


damla damla aksam her susuzluğa
gelsem dağ başlarından kuytu ovalardan
seni çağırsam gün aşırı değişen bir iklim olup
çocukluğundan yaratsam seni tertemiz bir aşkla
hangi sevincime inanırdın hangi ölüme sığınırdın
hangi tanrıya hangi günahtan arınmak için

Nilüfer ALTUNKAYA

28 Şubat 2009 Cumartesi

adak ağacı

adak ağacı


şiirlerimi astığım adak ağacı
içini kemirse de kurtlar
direnir dimdik başı
baltalanırken bile inanır
gelecek güzel günlere
insan eliyle sunulmuş
acıdan payını alıp
saçılır gemilere kıyısız
bekleyemez denizi

kimse bilmez içini
baharsız düşlerini
geçtiği yollar olur bekleyiş
karışır tadına hasret sevincin
aşktır bile isteye çilesi
köklerinde toprağın hiçliği
şiirlerimi astığım adak ağacı

sustuğun gün ölürsün
öldüğün gün değil






Aralık 2006

varyete

varyete

uyurken sen
susar toprak
susar menekşe rengini
kirpiğinde çiğ damlası özgürlük
susar deniz kokusunu
iki yitik el
kavuşur birbirine
susar ten

uyanırsın
iyilik çiçek açar
kenetlenir yoksul evlere bahar
bir çocuk taş atar kırılır acı
nazlanır sevdasına başaklar
yırtıcı ve sevişken
çiftleşir iki yazgı
bir çingene şehrin kıyısında ölüm
gün değer saçlarına

bir gecenin şiiri

bir gecenin şiiri

üç beş dize bölüştük
bir kadın üşütür beni
bakınca sesizliğini göreceğim
kayığı okşayan karanlık geceyi
bakışlarında gezineceğim

önce karşıma oturdu
saçlarında gençliğim darmadağın
elini saçlarına götürüşünde
susamışlığımı ıslatan
bin bir yürek çarpıntısı

sonra kendine gitti
tiryaki soluğum kahkahalar atacak
sokaksız evleriyle ardından
yalana boğulmuş şehir
ağlasam yıkılacak

kafamız karıştı
alaturka ezgisinde bu tutkunun
aynı yerdeyim yıllar sonra
bir pencerelik yaşamımdan geriye
her mevsim aydınlanan umudun kaldı

aşk bir devrin kendini geceye kusmasıydı
her köşe başında beni boşuna ağlattı

düşün bittiği yer

düşün bittiği yer

selamımı iletti mi
kalabalığın gölgesinde uyuyan başıboş cadde
varlığın bilincine saplı rotasız vapur
içildikçe demlenmemiş çay
düştükçe yürümemiş çocuk
bir salkım üzüm
dişlenmiş erik
erken kalkan cenaze
nargile marpucunda üşüyen dudak
döl yatağında oğulsuz ana
eşkali yok bir yan kesici
yaz sıcağında dörtnala rüzgâr

üç günlük kedi yavrusu
yarım sönmüş sigara
sarıyağız delikanlı öfkesi
mahçup dillenmemiş yarası
hırsla kapanan tavla
kendine sapan sokak
soluğunla buğulanan gözleri yalnızlığın
bu kördövüş bu akıntı bu düzenbaz yakarış


zamanın ayak izlerini duymak yıllar önce
kendi içine ürpererek girmesi insanın
ağlayan bir çocuk bulması
can çekişen oyuncaklar arasında
düşün bittiği yerde


gözlerin mi her yerde
yüzün mü gerilmiş dört bir yanıma
elimi uzatınca suskunluğuna
nasıl böyle yalınkanat peşimde kuşlar

20 Şubat 2009 Cuma

pencere

/Bu sabah pencereni açacaksın. Serinleyen bir avlu gibi ferahlayacak yüreğin. Gözyaşını avucunda saklarken birdenbire yokluğu kalacak sana. Beni anımsayacaksın.
Pencerende gün sabahın çelimsiz atıyla salınacak. Tuhaf bir eksiklik duyacaksın yanı başında. Akşam hıçkırarak okuduğun bir şiir geçecek umutsuzluğundan. Beni anımsayacaksın.
Yorgun bir dağ alçalıp doruklardan, tutunacak akıp giden zamana.
Yapraklar sararmış boşluklar bırakarak salınacak mevsimin sularında.
Yorulduğunu, azaldığını, bocaladığını duyumsayacaksın. Ellerimi anımsayacaksın.
Bu sabah bomboş bir şehre uyanacaksın. Kalabalıklar tüketecek en duyarlı sevinçlerini. Sesinin renkleri solacak önce, sonra o şiiri unutacaksın, dize dize…
İşte o zaman bu bomboş şehir yenilecek şiddetsiz bir depreme. Bir çocuk masumluktan ölecek, yıllanmış bir mayına ansızın basarak. Mutluluğa acıkmış bir kadın ilk günahın koynuna gururla girecek. Ve yağmur hınçla yağsa da yıkayamayacak suçlarımızı.
O zaman benden vazgeçeceksin.
Bu sabah pencereni ayrılığa açacaksın. Kuşlar ölümün salkımları gibi salınacak kapkaranlık göğe. Adımını attığın uçurumlar boşuna kucaklayacak gövdeni. Kurumuş kabuklarıyla yaralarının incecik kanadığına sevineceksin. Böylesi daha iyi oldu, diyecek vicdanın. O sesi duymamak için ıslıkla geçeceksin yalnızlığının koridorlarından. İçinden delik deşik aktığımız anılar, duvarlara yüzümün bin bir halini çivileyecek . Boşuna kaçacaksın. /

17 Şubat 2009 Salı

iz

iz

ay yağardı sonra sesler
koca bir düş topunu oynardık
yalansız yalınayak
ışıktan bir salıncak başlangıcımız

mesafeler buzdan
pencereydi boşluğa sevda
kuyulara bastık karanlık
ölü yıldızlar
sonra sesler

yoksulluk saçar sofram
buyur aç kapağını düşün
seril yalnızlığa
hasretin kıyılarına vuran
bedeli uzak suçum

korku korku geçtiğim
sazlıklarında özgürüm
yaprak tazeliği yuvamda gün
kapı komşum aşk
külüme muhtaç

gel yine de GEL dünden yarından
git ne zaman istersen nereye kime
yol bu yolculuk
kimsiz kimsesiz zaten
bahçemizde biz
bizden kalmış birer izdik










Nilüfer ALTUNKAYA
2004 –07 Eskişehir

14 Şubat 2009 Cumartesi

adres

bu kırmızı sarnıcın neresindeyim
gül yüzünde salınan umutsuzluğun
bu denizsiz,aşksız,karanlık kentin
bu kapkara çığlığın neresindeyim

günü güne düğümledim boşuna
düşlerini siyah beyaz soludum
ne korkum kaldı ne cesaretim
geçmemiş bir geçmişin neresindeyim


yıkık bir manastıra çekip gittiğin,
şeytanlarla cinnetlerden kayıp düştüğün,
ıssızlıktan korkuyla inlediğin,
çocukça bir ısrarla sevgiler düşlediğin,
ışıltılı bir imgeyi şiirden elediğin,
bir öpüşü derlediğin, sessizce kanadığın, boşuna acıdığın,
yemyeşil özlemlerle bana koşup sarıldığın,
yalnızlıktan ağladığın, sığlıklarda çırpındığın, güzüne güneş diye saçtığın
bu sevdanın neresindeyim

10 Şubat 2009 Salı

kadavra

kadavra

yüzünü kapatarak çıkma sokağa
düşersen ölümün kollarına
erken inen bir haziran sıcağında
kendine yalansız bir soru gibi
kimler vurulmadı ki yüreği yangın
kurşun tüküren bir gecede korkmadan
yürüye
yürüye

gökyüzünden sarkan savaşın memeleri
sığınağı yok yüzyılımızın
yıkıntılar içinde koşarken
yeniden ölür mü ölür insan
toprağa emzirir analar efkarını
neler doğar gün doğmadan
bağıra
çağıra



beyaz yüzü gerilmiş yalnızlığın
cebinde yaşanmamış yıllar
koklayınca yeryüzü koca bir çiçek
kirpiğinde şafak bozgunu bal rengi
o öpüşme kalsın dilimizin altında
çoğala
çoğala


kuşanmış da geliyor dağlarını
kan sesi hıncahınç bahar
çocuklarla büyütüyoruz uyanmanın düşünü
terli göğsünde geleceğin
adımız sevdaya rehin
gerisi kadavra çürütür kokusunu
acımızı
azalta
azalta


y ü z ü n ü k a p a t a r a k ç ı k m a s o k ağ a

F tipi

F TİPİ



HÜCREM ÇİÇEK AÇTI BAHARA
KUŞ OLDUM DALLARINDA
YANGINA KIYI BEDENİMLE
YOL OLDUM UÇURUMA
SERDİM İNSANLIĞIMI
KOŞULSUZ ÖZGÜRLÜĞE
SU OLDUM SONSUZLUĞA
ÖLÜM DEĞİL BUNUN ADI
DAMLA DAMLA SIZAN
KAN OLDUM YALNIZLIĞA


OCAK 2007

neritel

neritel

çarmıha gerilen karanlık saatlerde
fahişe kaldırımlar yalnızlığımız
bir adam öylesine yürür geçmişe
bir kadın geleceği solar
kirpiğinden sökülmüş gözleriyle
kurşuna dizilir özgürlüğümüz

bir kız saçlarını tarar yağmura durmadan


özsuyunu akıtır gelincik ağzına
ay damlar kırmızısından
korkunun son devriyesinde
çocuklarla umut ve aşk
yol ayrımı içimizde sessiz

sonsuzluğa değer tomurcuğun patlaması
çaresiz dudaklarıyla
ovaların evlere kavuştuğu yerde
çelimsiz bir at mıhlanan zaman
gün değil ki gün
akmaz olan su yolcusuz yol
dertli bir insan yüzü
gecenin çöplüğünde
kim ölür böyle göğsümüz dikenli tel
ben acırım değdikçe


ve seni unuturum bir apartman boşluğunda
incecik sızar kan tırnaklarımdan
kim ölür can veririm dağlara vurgun
çıkarıp kül birikmiş bakışlarını
kızlığımı sökerim annenin teninden
yanılgı mı tüm sevişlerimiz
rezilce kıvrılır içimize korku
utanır sokaklar vitrininden

bir kız saçlarını tarar yağmura durmadan

şiirlerim-7

vurgun sevinci

erken uyanan ağaçların ıslığında
gelincik saçlı bir kız gençliğim
soğuk uçurum kıyısı ve künyesiz sesler
uzak yılların yankısı anlar yok aramızda
bir solukta tükenip yeniden çiçeklenen
amansız sevdalara yazgılı seyirler


avuçlarımda acımsı mutluluğun
dünle aramda deniz
yarım gölgen yorgun yüzün
güneş olsam doğmasam
sevinç olsam değmesem gülüşüne
sokağımda bahar penceremde kış
soframda anasız büyümüşlüğün


suskun durağından düşlerin
duasız çıkar yola
avlunun soğuk taşlarını adımlayarak
gelir her sabah ölümden önce
tel örgüler giyinmiş bir özgür adam
zamanın yakasında o şüpheli elleri
paslı damga teninde adım
unutulmadım sürüldüm uzağına
çaresi yok kayıp bu aşkın ertesi

yaktım gemileri ay ışığında
çalımlı alevlerle tutuşan gövden
haziran biçti yalnızlığımdan
aslında erkendi henüz sevmiştim
yoksulluğumuzu bölüştü kalabalıklar
bütün suçlardan geçmiş
kederli sakalı ayrılığı süpüren
kapı önlerinden uysal evlerin


yeryüzü yağmur yazgılı çocuk
bir ucunda kokun utangaç telaşın
el değmemiş bir köşede geçmişin
babamın gözyaşlarıyla ağlasam
toprağında yaramı kanasam
vurgun sevinci içim istanbul ve sonbahar



mayıs 2006 Eskişehir

4 Şubat 2009 Çarşamba

aşk ve kız

aşk ve kız

hiç bi’şey olmaz bizden
sade bekleyiş belki
ağacın gölgesinden bıktığı

sensizlik bir kış günü
erken iner şehrin kapılarına
salınır sokağımda beyaz ve soğuk

çelimsiz yaşlı bir atın çektiği
ölüm damlayan yaşamlar
aç kara gözlerle peşimizde
yararsız boşuna bekletilmiş hepsi bu

benim aşk dediğim
mutlak acı
hiçlik ve sonsuzluk

06-2007/Eskişehir


umut ve kız

çiçek sevinçle kurulmuş masada
uzun boynunu göğe uzatıp
esmerliğini sesine
sokuldu yağmura

yağmur çok eski bir şehirden
acı dolu sevdalardan
yoksul evlerin akan damlarından
hepsinden
yağıyordu durmaksızın


hiç kimse ıslanmadı
deniz çıktı içinden anın
aktı yürekler çamursu boşluğa
çiçek döktü kanını

masa zamanın karanlığına
şair gurbetin soğuğuna
çiçek yaralı umuduna
sokuldu durmaksızın

şiir kaldı beyazlığında aşkın




60-08-2007/İzmir

1 Şubat 2009 Pazar

şiir ve kız

şiir ve kız

nakışına ahım değince
çözülür tenin
ömrünün yolları
önüme serilir
yarama tuz basar şiir
ayrılık çare değildir

yeni gelin türküsünde
gizlenir şiir
kınalı saçlarını savurur gelir
orada telaşsızdır gün
ve son bulur çilemiz
yalnızlık içimizdedir






özgürlük ve kız

uzak bir bakışın ardından
kesildi rüzgâr dörtnala
incindi ten okşayışla

erkeğin gövdesinde uyuyup
derisinde gezindi kuşku
okunmuş su dolu bir tasla akıttı kadın
çıplak esmer etindeki arzuyu

sokağa çıkma yalınayak
yaklaşma sonsuza
umutlanma sevdaya

kendine dönüştü kız her
kadına dönüştü
erkeğe düştü





2006 Eskişehir



ölüm ve kız

topraktaki ezginin peşindeydin
ovalara sinen yüklü bulut kokusu
usumun kıvrımında genişleyen serinlik

tanı beni öptüğün kadınlardan
sırdaşım yok canımın gurbetinde
yitirdiğim sesi duy kanatlarıyla yüzen


çamurlu yolları dargın bekleyiş
kızgın deniz katıksız okşayıştın
yoruldum akmasından suların

bembeyaz sayfa gibi yandığında
bir madenci feneri göçük altında
çaresiz ellerle bölüşmüştük acıyı



tek erkeğimdi babam kış günlerinin
umutsuz yağmuruna soran bir yüz
var mıydı çocukluğum

gözyaşlarından çocuk
köyler yollar şehirler yaptı
ağacın kitabın insanın
canına kıyılmadığı

aşkın ateş yüzünde kaza süsü verilmiştin
sabırla tutuştu ormanın ilk ağacı
silah sesleri geçti geceden
özgürlüğe öldü dediler



ocak 2007




yağmur ve kız

zamanın kolları sıyrıldı geceden
saçını okşadığın kız
soyunup bedenini yağmur olunca

teninde gölgeydim ay ışığından
düşler bıraktık bizden sonraya
adımız hiç kimse yokuz şimdiden

damlayıp öncesinden başladı soyunmaya
hüzünlü bir kuş kondu geceden
eflatun sıcağına

ona döndüm korkumu öldüm dedi ben
gördün mü sesimi taradım renksiz
benmişim aynadaki kanıyorum derinden

dök yaralarımı kabukların acısın
çöz saçlarımı kokun salınsın
geçtiğin yollara kurban olunsun

eskidi koku kirle yıkandı eller
büyüdüğü kızı kadın yaptılar
kimim dedi ben neden burdayım

döktü çıplaklığını geceden
soyundu tenini zamana
yağmur oldu kız ölmeden




aralık 2006
Eskişehir

31 Ocak 2009 Cumartesi

şiirlerim-6

şiirle

şiirle başlar acı
oylumunda sesin ve hızın
tutkuyla damlar geceye
yıllarca sürmüş hüzün
yıllarca yüzyıllarca
akar boşluğa gözlerin
susan fotoğraflarda

şiirle başlar acı
güle kanatır yüreğini kırmızı
keskin çığlıklar bize
dönüşsüz yollardır
kim bilir giydiğin anlamı kusan
hangi sevdadır yalanı seçer
ellerin dolanır akla karaya


şiirle başlar acı
gezinir aramızda kullanılmış ruhlar
tutuşur yangınsız kör inatçı
kimdedir eksik yanımız
eksik ve azaltılmış sinsice
aynı sabahın ufkunda
yaralı atlar gibi kurşun bekleyen
yalnızlığımız

güne döndüm sesinle
ağardım utancımdan
güneş kondu serindim
çiçek içinde deniz kokusu
uyanmak neymiş ki düşten
salıncağında çocukluğumun
elini bıraktım yağmurun
kanatlar koptu her bir yanımdan

şiirle başlar acı
aşk gurursuzca aldatır
insanlığımızı
aynalardan sızar utançla sevişen
sokakları kaçar suçsuzca
eskitir yaşamak telaşını
çekilir dalgalar çekildikçe
şiirle aşk ölüm vesaire



01-03 / 26 -05 / 2006
ESKİŞEHİR

aşka rapsodi

aşka rapsodi

eski bir bahar duruyordu pencerenin kıyısında
sesine çağırdın yaralı
geldi
kayıp kimliğin bedenin eksik
güneş kahredici bir leke yoktun aynada
aynada oda çıplak dumandın renklerde darmadağın

az sonra kucaklaştın kendinle
yitirmişken aldığın bir mektup gibi
çay bahçesi serinliğinde okundukça silinen
ölü seslerin çınladığı telefon
sorgularda kelepçelendiğin o umut gibi
kapını çalacaktım


bir meyve bulmuştuk oynarken çocukluğumuzla
kimse görmeden koparılmış dalından kimse tatmadan unutulmuş
sanki yalnız biz vardık masalında yeryüzünün
uyandırıp öfkeyle sarsmak içindik insanlığı
ağlıyordu saçlarında gizil elveda ağlıyordum cezbeye tutulmuş gibi
bir sır saklıyorduk delice bilmediğimiz
başka yer başka zaman içine daldığımız bugünden iz taşımayan

nasıl yaşarım artık kim bilir ayağıma dolanan bu eller
çırpındıkça saplandığım kaldırımlar
kendimi acımadan savurduğum boşluktan
nasıl uyanırım parçalanmadan

okşuyorum sesini kayganlığı yosun tutmuş su gibi
içinde balıklar cilveleşiyor pulları gümüş
ellerin kuşkulu yanılgıda düşlerin
zaman yalınayak koşan bir ezgi insan o ezgide bir tını
sen tüm bunlarsın gibi ölüyor dudaklarım ardından

yorgun sevdasında vadilerin aktı nehirler kurudu sonra
küçüldü şu yaşlı memeleriyle acımızı pençeleyen toprak
devrildi pişkin uçurumlardan yaşamın yankısı
ezildi avuçlarında yüreğim atışıydı yalnızlık
artık inanmayan gözleri çatladı yalnızlığımda eşkalinin
bir zaman kıştı epeyce suskun
sözcükleri birbirine dikecektim yüzüme baksan


kapını çalacaktım çamurlu yollarında gençliğimin unutup bir yanını
bir yanını gazete sayfalarında buzdan bir heykelin gözyaşlarında bir yanını
hem yağmur hem deniz ıslatırken gerçeğe bağlandığımız halatı
o deniz fenerinin çığlığında unutup bir yanımı
baharın gözyaşlarıyla şiirler yazacaktım

oda. odada bir masa. masada her kitap ayrı bir yaprak insanlık ağacından
aynı an bu yıllar öncesiyle. kısa bir an kirpiklerinin değmesi kadar birbirine
ölüyor duvardaki resimler perdeler dökülüyor. kanıyor kapılara girişin
kitapta mutlak sevda. iki kesik baş gibi kadınla erkek
gözleri var bakışı yok. bedeni var duygusu yok
aşkı vur. bir kent yanıyor aldanışında utancıyla geçmişinin
arada bir elini uzatıyor kadın. ince uzun iri kemikli ölmüş de yaşamış gibi
alnına yüzyıllarla kutsanmış sıcaklığı değiyor


eski bir bahar durmuyordu pencerede diyorsun
göremedim ışıktan yalnızlıktan yasaktı belki ondan
çocuktum kasımda ölmüştü babam paçaları karanlıktı
ayaklarım saplanıyor çamura belki ondan
eskiyor yüreğim iki hasret arasında
oysa çağırdın. geldim. gelmedim
gelmedim. oysa çağırdın. çağırmadın.


aldırma suçsuz olmamıza şiirle asacaklar bizi

15 Ocak 2009 Perşembe

şiirlerim-5

pandomim


kağıt gemilerimizi yağmur üfledi mayestro
korkulu çığlıklardı yüreğimiz
yeşil kirpiklerine o küçük kızın
gözyaşı oldun bilmedi kimse

kemanlar çiziyorum ay ışığına
çalarsın şarkımı bir gün
öyle şiirler yazdım ki
aşk kadehine o eski acı
her dizede yine hüzünsün



bir yalan yüz edindin kendine
insan içinde gülen aynadan korkan
çalmıyor kapı telefon suskun
neler yükledin bu yalnızlığa
bilmedi kimse

denizden es martı çağır çocukluğuma
sevda acısız olmaz yaşamadan ölmez insan
ne büyük bir yangın tutuştu sınırlarımız
çaresiz gece gibi alkışlıyorum seni
susunca armoni kapanınca perde
ve şiir hançerse içimizde
en iyisi unutmak olan biteni


Nilüfer ALTUNKAYA

şiirlerim-4

yolculuk

dokunduğumda su oluyorsun
öptüğümde yolculuk
bu acıya düştüm eyvah
yakamda suç gölgemde yangın
güneş batarken iklim iklim tutuşuyorsun

sınırlar ötesi bedenin gayrısı yok
et kemiğin kan yüreğin
can cana yoldaş umut ekmeğe
şarap tadına karışınca yağmur kokusu
sokaklarında uyuduğum şehir gözlerin

biten sözdür kapanmış kapı
kurşun yağan gece ölümsüz kar
bedelini ödediğin yalnızlık
bize sır bize korku
elsiz ayaksız gidişin

seyreyle halimizi nicedir kayıp
yürüdüğüm yollar kördüğüm
vardığım adres yitik
hangi bir hasreti kucaklayıp git
dağların göğsünde uyut



Nilüfer ALTUNKAYA

2005 ESKİŞEHİR

şiirlerim-3

beklediğin

yağmurdan sonra maviydin
rüzgâr çıkana kadar en çok
susamış bir pınara varmıştın
su görmedi yüzünü
ben gördüm

yalnızlıktı özgürlüğün tutun
bir inat dağ ovalarına
savur kokunu utancını
beklediğin koca bir yaşamdı
gün değmedi tenine
ben değdim

seninle umudun renkleri gülmenin
sözcükleri boyadığın gün bitimleri
sabırla başucunda yanıp söndüğüm
ses duymadı sesini
ben duydum

avun şimdi koca adam
saçlarında gecenin teri
yüreğinde sözcüklerin sitemi
karanlıklara bastır öfkeni
yıllar akmadı boşluğa
ben aktım





Nilüfer ALTUNKAYA
07.04.2008

14 Ocak 2009 Çarşamba

şiirlerim-2

sedef


sen de çocuktun bu aşkta
yitirdin yolunu
yaralı kuş vurdu dallara sesin
mavi serinliğinde toprağın ve suyun
yüzyıllarca bekledin
her umudun baş uncunda
küf kokulu yasemin

bekledin beyaz teninde kadının
soyut bir resimdin
içi oyulmuş yüzü solgun
mutfak balkonundan silkeledi yazgısını
sevdi sevdiğin çizgiyi yanılgıyı
getirdi kendisiyle
kristal boşluğundan geçmişin

saçları uzamayan çocuk
kayalara değmeden aktın içimden
gün yüzlü kelebekler saçılınca gülüşünden
serpti yüzüne tenini
aynaya döktü güzelliğini
yoruldu beklemekten kadın
sedef oldu gelmedin









Eylül 2006
Nilüfer ALTUNKAYA

şiirlerim

aslında


bir selamdı sabah
terli isteksiz uyandığım
üzerime titreyen ışığını
üfleyip söndürürken

damla damla yaşlandı çocukluğum
yağmurlu bir nisan gibi
eve gelip de babam elinde filelerle
ölümü ve sonrasını masaya bırakırken

saçlarım öyle çok uzadı ki
sığmadı rüzgârlara
sarı bir yüzde yalnızlığım
ağlar mı beni yeniden

çiçekler içinde bahar
sana koşan bir çocuk
sustun sözünü aslında
buluta sarar gibi toprağı
ellerin korkardı tenimden














Nilüfer ALTUNKAYA
04.2007/2008