29 Aralık 2010 Çarşamba

geniş zamanın hikâyesi

geniş zamanın hikâyesi

o puslu omzuna ne de yakışırdım
saçlarım bir dağ gibi susan
göğsünün rüzgârında

incecik dururdum kalabalığında
nerden bileceksin
sen tözden kalkıp ıssızlığa yürürdün

inancı biçimlerdi ellerin
bir huyu çekerdi dokusundan
geceye benzerdim

sözcüklerin bilincinde tutuşmaktı
bu kuytu yolculuk
ah nasıl da anlardım

uzak bir bakışınla aralanırdım
sızıdan kurgulanarak
hızını beklediğim o çıplak renge

kör sağır kuyulara serpip tenimi
nerden bileceksin
yitik bir dal gibi yalnızlığa yürürdün

yüreğinin toprağıyla kuşatılmış
damlaydım
d
e
r
k
e
n
sönmeye benzerdim



nilüfer altunkaya
akatalpa

24 Ekim 2010 Pazar

aşk

aşk

Harun Atak’a

bir ortaçağ yangınını yürüdü
keşiş. kanlı hacını sırtlayan isa dedi;
su ahıma dökülsün

buhur ve sabırla saçıldı zaman
ereğin kemikten gövdesinde
savurmadan küllerini
:
Susku

bu manastırdan sonrası Ahiret
yüzünü döktüğün ayna da bilsin
uzağına saplanan sarnıç da

kâğıttan kayığında uyu sen
Şair. biçem sözcüğe aksın
:
Eskil ve Gizil

kanatlarımı meryem’e taktım
o uçsun sonsuzluğu
artık eyüb’e sabır
ibrahim’e su değilim

Bekle…

sızıya düşen tek hecedir bunca şiirden
incinin ıslak ağzıyla Onu öpmeye geldik
sunakta ayin sonrası
kumdan alevden


Nilüfer Altunkaya


(İtalikler; Harun Atak’ın şiirlerinden alınmıştır.)

akatalpa- ekim 2010

karnaval

karnaval

saçları dağınık bir çocuktu aşk
gökler yedi kat yazgılı bulut huzursuz
ve hevesliydi ellerimiz
her tene sorgulayan kendini

örtülerini renk renk soyan
kadınların maskesiydi yaraları
ufka dönüşen adamlar gördük
yatağın sonrasına saplandı kılıçları

yürüdüğümüz bıçak sırtı gülüşüyle ürperdi
karnavalın delisi şarap dans ve ateştendi

neler neler yoktu ki dibinde
çöktüğümüz suların
binlerce yüzle aktığımız gece
gölgesiydi günahın

bunca insan kimyasında salgılanan
şehvet suç ve intihar düş gibi
sokağa taşan çığlıklarda tutku
histeri ve poligami

gözlerinde şizofren senleri gördüm
bir mutlak zamandaydık
cücelere bölünüp palyaço yüzlü
şeytanın insafına sığındık

ve şair çekti tetiği -beratta cheetah-
kan lekeye dönüşürken karnaval bitti

nisan-mayıs 2010-
nilüfer altunkaya

yeniyazı sayı 7

23 Ekim 2010 Cumartesi

kurşun asker ve balerin

yitik zafer

karanlığın yağmura dolanırken
aktığı hiçlikten geldim
ve artık gidiyorum
sen, yarasından tamamlanmış kurşun asker
bilirsin
gelmenin ve gitmenin bin bir türlü yolu vardır

ilk anlamlarını giyinen sözcükler
dansımıza kavuşunca
yorgun duruşundan çoğalttım seni
gecikmişliğime aldırmıyorum

kendimizle yüzleştiğimiz yollardı
-faşizmin kulağını çınlatarak-
yürüdüğümüz sevdamız
başucuna bıraktığımda kızlığımı
anladım ki artık kimse değiliz

ey eksikliğinden çoğalmış kurşun asker

bunca zaman sonra çıkar üstünden
yamalı üniformanın kirli duruşunu
-eğer yeterse gücün-
yasal kaygılarından ve üreme içgüdünden
kanlı apoletlerini sök

yakomazlarda açan bir düş olarak anımsa beni
hegel yüzünden evrimleştik sanalım
tiz serüveninde aşk’ın
günün dağlara yürüdüğü ülkemdi gülüşün
-akılcı ve beyaz bir özgürlüğe benzeyen hani-

utançla siliyorum adımı hatıra defterlerinden
bütün seslerden çekiliyorum sesime değen
suçun her rengiyle yıkanmış lekelere benzediğimiz
ölü yüzleri döküyorum
içimin boşluğuna

ben de söz etmeyi sevmem kendimden
yaka paça kovulduğum her sevinç
ve arsız geçmişimi kabullenişim
epeyce yitik bir hikâyeye benzer
hiç kimseye yakıştıramam anlaşılmayı bu yüzden

gözlerime bakmadan düş yüreğimden
sen, boşluğuna yenilmiş kurşun asker
bilirsin
var olmanın ve ölmenin bin bir türlü yolu vardır

nilüfer altunkaya
ekim 2010

24 Ağustos 2010 Salı

wish you were here

wish you were here*

intiharına gencecik dağılırım diye
tutardı elimden pink floydlar
hasta yakını gibi uyukladığım eğri
yatağa kusardın siluetini
vazgeç benden diyerek
suça yürürken ergenliğimiz

sıcak ve alkollüydü sabahlarımız
ekşi bir yazın sonuna bağladığım hışırtı
gitarının derisini soyardı mişel
ruhunu ıslatsın diye balkon ve turkuaz
sokağın geçmişine yürürken
düşlerde kanardık seviştiğimiz

bu iç kanamayla çatırdayarak
bir bedene sığınırdık eşeysiz
uçurumlarda seğiren gözlerin gibi
ne evcil bir isyandık anımsa
okul bahçelerinde devletle el eleydi
manik depresif masumiyetimiz

istersen söyleriz yine sevdiğin şarkıları
yüksek dozdan inişe geçtiğimiz
her hanımeline bir izmir sokulur yine
akşamüstleri yineler ölüm soğuk tenini
çocuklarla koşar içimde gölgen
ve tanrının gömleğinden çıkmaz artık lekemiz




Nilüfer Altunkaya

*Bir Pink Floyd şarkısı

akatalpa - ağustos 2010

figan

figân

“ey milletim! ah u figân gününden sizin hesabınıza korkuyorum.”*

iri gözlerle ekler ölümü
zamanın savruk pelerinine
yangınlar körükleyen ürperişin

sayrılı bir anımsamadır
gidişinle duvarlar arasında
tüllenen bedenim

eskil ayinlerce kutsanan
şaraptır aşk ve ten
lirik solgunluğuna dudakların

bir ben duyarım lanetle
yanılgıya başlayan çözülüşünü
ve demir alışını canımdan

sonsuz kıyılardır şimdi
bir adanın intiharı denize
rivayet edilişi kıyametlerin

de ki; şiirle direnirim
esirgeyen ve bağışlayan
efsunlu düşlerin çağrısına

ya sabır
ya isyan

* el-Mü’min suresi (İnanmış adam ile Firavun’un konuşmasından)

nilüfer altunkaya

kış 2010

Şiiri Özlüyorum

sanki gitmek

sanki gitmek

beni bir atı vurdular diye unut
rüzgârın başlangıcında

yalnızlığından bir çocuk büyüt
sokak sokak
evlat edin yağmurla

birbirine karışarak varolan
kahkahayla ışıldayan acı çektikçe
ve vazgeçen alev alev
ellerimiz ölse de

sözünü tut
parmak uçlarındaki günışığıyla
seyreltme ıssızlığımı

beni içine sindiğim yerde unut
teninin ilkyazında

Lacivert-

Nilüfer Altunkaya

korza

korza

alnınızdaki yara izinden tanıdım sizi
eski bir liman kentinde karşılaşmış olmalıyız
anımsarsınız mutlaka
kirpikleri tuzdan günbatımıyım

ellerimin çürük yosun kokusu
saçlarımdaki vazgeçmiş lodos
ıssız yaşamların kumsallarıdır
ve kayalara çarpa çarpa doğduğum
denizden ahiretimdir aşk

kile dönüştü sevdiğim adam
yitirdiğim şarkılardır çocukluğum
yengeç dolu ağlar takılırken parmakuçlarıma
sabrın göğsüne uzanmış bekliyorum

eski bir liman kentiydi gençliğimiz
dibe çöküşü gibiydiler çaresiz köklerin
oyulmuş gövdeleri kabuktan yüzleriyle
başka adamlar ve başka kadınlar
uğultusunu bırakarak sözcüklerin
yana yakıla geçtiler tenimizden

yakamoza dönüştü sevdiğim adam
alnındaki yara izinden öperdim onu
mühürlü gülüşünden her sabah
mercana dolanışı gibi oyunbaz suların
sisli zamanlar eklerdik birbirimize

dansa dönüştü sevdiğim adam
kumun ve arzunun ıslak başlangıcına
deniz fenerinin batık gemilerde sızlayan
mavi yanılgısına içimin dehlizlerine
sığmayan köpükten karanlığa

sonsuzluğa dönüştü sevdiğim adam

ilkyaz- 2010

Nilüfer Altunkaya
Eliz - ağustos 2010

eksik ağıt

eksik ağıt

yüzünün yarısı erdal eren
allah’ım sen de bize gel
sizin omzunuz gökyüzü mü
amca bana da bir idam ver

bezirgânbaşı bezirgânbaşı
bizim evde günler geçmez
annem der ki halk ve devlet
arasından hiç can sızmaz

ağbim kardeşim oğlum
devrime avludur gençliğin
ülkem gibi dağlık olsun
vicdanımızda serinliğin

yüzümün yarısı erdal eren
allah’ım sen de bize gel

nilüfer altunkaya


-berfin bahar temmuz 2010

anafor

anafor

burada bu aşkın tarihinde
batık bir gemide gibiyim
yüzeye vurmamı bekleme git
avun biraz yağmurda yolculuklarda
tortumu kazı kehanetinden

görecesizdi uykumuzda zaman
uzaklıklarsa sanrılı kıyılarımız
dün sabah sokağa taşınan mevsim
iki sökük daldan ayrı ayrı
sarkarak benzedi ikimize

çok dağıldım soğuk sulara böyle
düşleri birbirine karıştıran anafor
boyutlarını unutturuyor nesnelere
ve aklım almıyor bir türlü
bana sapladığın ölümün
adı aşk niye

yüzün tenimden akan ıslaklık
anahtarı attım işte denize
kilidin pasında boşuna sabır


Nilüfer Altunkaya
nisan 2010

-kurşun kalem-

2 Haziran 2010 Çarşamba

yoksul sevinci

yoksul sevinci*

ahmet arif’e
I.

utangaç bir konuk yokluğun alışıyorum
keşfederken şiirin anlara dönüşünü
yıkıntılar ve düşler arasından
elimdeki aynaya gülümseyen
ölümü sevmek suçun
ay ışığı ellerini kanıyorum

II.

gözlerini kapatınca ölü bir evin
geçmişin soğuk duvarlarıyla
kurtulmak için ağırlığından
yıllar önce kışa gömdüğüm
türkümdü çığlığını duyuyorum


III.

karanlığa rengini akıtan
nedensiz gülümseyiş çıktığın kapı
boş bir elbise bedenini arayan
gölgesinde yamalarla yoksul sevinci
binlerce kez yaşamak bir gülün
uçuruma düşüşünü teninden
ilkyazın ıslığını ağlıyorum


IV.

yakamozla beslediğin göl kıyısıyım
eli ayağı tutmayan umut
boşluğunda bilincini arayan
aşk ertesi sızlayan yüreğimle
bu şehri kurdum sana eskidi bile
yollardan adımını sakınıyorum


2003-2009

Nilüfer ALTUNKAYA

Berfin bahar- Mayıs 2010
* bu şiiri dosya için çalışırken uyak akışını değiştirmiştim.
Bu hali şiirin eski halidir.

14 Mayıs 2010 Cuma

göçer kız

göçer bir kızın türküsü

bu benim bekaretim anne
kaç kez yırtıldı bilsen
bu da cesaretim
kaç kez kırıldı
yarı yolda kaldık yine bütün göçerler

bu benim esaretim anne
kaç kez vuruldu kanatlarım
göğün buz mavisiyle doluyken
bu benim ihanetim anne
adamlığı sorgulanmaz yerlerden
kaç kez söküldük bilsen

bu benim sefaletim anne
yazıldığımız dalgın yürekten
duvarlarına kan kusulmuş evlerden
törenin artık küstahlığını
kaç kez kuşandık bilsen

ay doğunca dağlardır memleketim
saçlarımda kaç kördüğüm ellerinden
bu benim nihayetim anne
bir çadır daha kurarım kızlığımdan
üzülme sen


bahar,yaz-2009
(Yeni Yazı Mayıs Haziran 2010)

6 Mayıs 2010 Perşembe

bunca

bunca

ellerimin öfkesini bırak, beni bırakma
hırçın bir yağmur gibi tara saçlarını toprağın
tenimde izini bırak, beni bırakma

bir ömre bunca sözcük bunca aşk
yüreğin atışında bunca yalnızlık, bunca telaş
bir göz merceğine bunca tortu, bunca ışık
her hanımeline rengini bırak, beni bırakma

aynı özden saçıldığımız dal dal
her insana ağladığımız yol yol
bunca kanarken ahınla eyvahınla… sus sus

ölümün peşini bırak, beni bırakma



haziran 2009
Nilüfer ALTUNKAYA


afrodisyas-sanat

3 Nisan 2010 Cumartesi

gece bitkileri

Gece Bitkileri

“Gece Bitkileri”ne Rediflemeler *

tek bir sözcüktür adın adımı bulamazsa

cinnetime aldırma
aynaya vur ışığını
yüzünü sakınma gülmelerden
tenini düşlerden öpüşlerden

çam sakızı çoban armağanı sevdam
bakir ormanlarına defne

keşke…


aka aka oluşsun rengin
damarlarında özgürlüğün
dölsüz bir rahmin sıcaklığına konsun

bir güzel gün uğruna

çatlasın tomurcuğu isyanın

tek bir sözcüktür adım adını bulamazsa


umudun erken alçaldığı bahar dalı gibisin
çok uzak kıyılardan bakıyorum dehşetine
sarılsam yoksun
yelkenleri suçüstü çırpınan bir batık gemiyim
ısısızlığına

keşke…

sana çarptıkça uğuldayan sessizliğim
amin diyemediğim dualar gibisin
babamı özlediğim ellerin
tutunsam yoksun
en karanlık yolculukta yanındaki boş koltuk benim

eşitsizliğimizin tutarsız süreci
yaşamın çözümsüzlük kümesi
…aşk

bir çığlığın bir çığlığa aktığı
yaralı şiirlerden tadıyorum kanadıkça

keşke…

ağlasam yoksun

evler nasıl delirdi
kendini suya attı köprüler
ağaçlardan neler duydum bilsen
nasıl da yandı bitti kül oldu
beni özlemediğin şehirler

keşke…

bir madenci fenerine koşuyorum göçük altında

saçlarım iki örgü çocukluğuna
islenmemiş bakışlarım kuytularda
hüzünlü vadilerde kaybolmamışız
zamanın hırçın dalgalarına yenilmemişiz daha

söyleyecek sözlerim vardı
unuttum sonra

keşke…

bir ortadoğu telaşını saçardın sokaklara
yaşadığın şehirlere, ummadığın hainliklere
salıncağı kırık yorgun parklara
boş havuzlara, bankları çürük randevulara

bir yasak sevişin sonuna gelmişliğin
en çaresiz güvercini gibiyim

keşke…


vurulsam taş gibi düşsem uykuna
sevinirdim yaşanmamış olmana

aşk bekler kendini

avuçlarında saçlarımın esnek kumrallığı

şairler sever kendine gizlenen nilüferleri

sekerek bir dağ gölünün saydamlığından

tek şiirlik imgedir belki yalnızlığımız

keşke…

karanlık sulardan dertli uçurumlardan çağlayan
olanaksız hızın

öyle bir yalansın ki aklımı yitiririm
sökülürse tenimden hiçliğin

ilkel savaşlarda kaybederim yurdumu
bir başka bedene dökülür özüm
bir sömürge işgali gibi başlar
senden sökülüşüm

keşke…


koşarım meydanları çağlar ertesi
el öpen çocuklarla bayram sabahlarını
mutsuz odaları tek kişilik sevişleri
şiirsiz aşkları aşksız şiirleri

keşke…


keşke
bu kadar üşümeseydik

keşke
deniz yağmur kokmasaydı

biraz eyvallahın olsaydı

adımı yenileyen harfler
bedenimde gizil ölüm

çırılçıplak bekleyen ateş

yandığım su

keşke…

ben bu çeşmede yüzümü yıkarken
derbentlere aksaydın

koşsaydım zamanlardan yalım ayak

yüzünü aralayan sarsıntıya
yıkılmış dört duvarım

zifaf geceme ağıt olsaydın

keşke…


sıyrıldı varoluşum içim gözüktü
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


hırka

düşümde bir şey arıyordum
gülüşüne benzeyen
bir vazgeçiş çöküyordu an’lara
özlemek geçmişin göktaşı bazen

sarmal bir yayı geriyorduk
okyanusun sofrasına serinledikçe
hani bütün yaralarımı üflüyordun
bozkırın uyumunu giyinen

bir hırkaydı sıcaklığın omuzlarımda
keşke yalnız bunun için sevseydim seni

bahçe

haritalar kuzey amerika’ya güdümlü
kararsız rotalarda kağıt gemiler
ıslanırlar yüzerken akşamlarımıza
bir kızılderilinin kaskatı yüzüyle

bahçenin orta yerine kurulmuş sofra
sarı beyaz kediler kendini okşuyor
nerdeyim diye soracakken, başkasına bakıyorsun
kıyılarda sessizce ağlıyorum

bir lotusun yaprağından adın kayıyor
keşke yalnız bunun için sevseydim seni

ezan sesi

can sıkıntısından gökler yapıp
kar topu oynardık buzullarla
ısırgan otundan acıyan rüzgar
rivayet dedi çocuk cıvıltılarına

zamanı buruşturdun bir gece
çok uzaklara attın
yaşlıyım ezan sesiyle dolu günlerim
ölü doğmuş minarelerim

kirpiklerin öyle boş vermiş ki yağmura
keşke yalnız bunun için sevseydim seni



sigara

bu sigara sönmedi barış aşkına
bu çözgün sevda yitmedi
çok beyaz bir yasemin kurudu birden
suya doluştu dudağındaki renkler

totemler acır mı inanca
anadolu sabrını soyar mı bir gün
iki insanın sonsuz yakınlığına biz
edilgin yasaklar kurgularken

kelebekler saçtığında bilirdim
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


ağaç

başucunda bir kızıl ağaç büyüyor
dallarına camdan kuşlar konuyor
kuşların kanadında bahar nakışlanıyor
kendini hiç açmamış çiçekleri okşardın

sıkıntının elini tutardı yaşlı bir teyze
ömrünün kıyısından karşıya geçerken
usulca çalarken okul zillerini
genç kızlarla kemanlara koşardın

uzaktan bakınca özgürlüğe benzerdin
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


mavi

yokluğunda penceremdi gözlerin
evimdi balkonunda demlendiğim
gizlendiğim şiirlerde bulurdun beni
kurallı düz cümleydim

mercansı bir sınır var aramızda
incilerini terleyen gururunla
haritalar kağıttan imzalar da
ya sınırlar sınırlarımız

sana batıp çıktıkça maviye döndü ünlemim
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


anadolu

yoksul bir gecikmeyle başladık gelişmeye
çocukluğumu otlar bürüdü diye
kokunla giyindim memleketi
tanrı’nın çocukluğuna yürüyen

tanrı bizi yaratırken
ölüm şarkı söylerdi
biz umudu yaratırken
tanrı neden ağlardı

iyiliksin tanımsız birden bire
keşke yalnız bunun için sevseydim seni

çözümsüzlük

eşzamansız şairlerden büyüdük kendimize
koşmadığımız köy yollarında
hep kazanırsın ey çözümsüzlük
sürgündür demokrasi kanlı gömleğine

devletçe umursanmadı
yoksulluk sınırımız açlık sınırımız
ağdalı reçineler gibi aktık
orta yaşlı sabırlı çam ağaçlarından

kış günlerinin solgunluğuydun
keşke yalnız bunun için sevseydim seni



çay bahçesi

güz boşluğunu soluyan bir çay bahçesinde
sarmaş dolaş olmadık seninle hiç
ondan mıydı kendini yolcular gibi
bakışlarında sınırlı sarnıçlar süsledin

şiirlerin paylaşılmazlığında kavuştuk ama
sahnenin tozunu ısıran alkışlarda
arabesk bir ezgi sundu beni sana
geçici efkar ağrılı iksir

an ki fıskiyesi sonsuzluğun
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


gece

seni buldum da mı kaybettim bilmem
kalabalığında yalnızlığımın
böyle en dibinde gecenin
parmak uçlarını ararken

özgürlük bayrağıydı ‘68
sonsuzlar çizilmiş yörüngelerde
egemenlik kayıtlı ve şartlıydı
postalların ezdiği karanfillerde

kendime yolculuğumdun bütün senlerden
keşke yalnız bunun için sevseydim seni



*Bu şiir Cemal Süreyya’nın 20 Şiir’lerinden (Güz Bitiği) esinlenilerek yazılmıştır. İtalikler ve “keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizeleri bu şiirlerden alınmıştır. Şiirsel bütünlük bozulmasın diye yapılan göndermeler ayrıca belirtilmemiştir.